Anlamsız Bir Kaos (Öykü)


Her zaman karmaşa olur. İnsanın düzen takıntısı çoğu zaman büyük bir hüsranla sonuçlanır. Karmaşa, kimilerine göre içinde bir düzen barındırır. Gece yalnız yatağınızda uyurken, ya da kalabalık bir caddede tedirgin adımlarla ilerlerken özdeş kaygılar yaşarsınız. Yalnızlık, umut, tedirginlik ve daha pek çok hissiyatı birbirini takip eden anlarda yaşar durursunuz. Bu uyumsuzluk herkesin yaşamının tamamını oluşturmasına rağmen çoğunlukla bunun farkına varılmaz. Şu meşhur düzen takıntısı insan zihnine öyle bir işlemiştir ki insanı, flaş patlamasıyla parlayıp fotoğrafa yansıyan bir toz parçasını enerji topu ya da cin olarak nitelendirmeye ve bu saçmalıkları en abuk sabuk inançlarına fiziksel bir kanıt olarak sunmaya kadar götürebilir. 

****** 
Günlerden pazartesiydi. Kendimi bir an için kalabalık bir caddeye ışınlanmış gibi hissettim. Aslında ışınlanma değildi bu elbette; öncesi vardı pek tabii fakat çok önemi yok. Bahariye’nin dik yokuşu küçük yaşımdan beri sırtıma sülük gibi yapışan ciğer sorunlarımı tekrar aklıma getiriyordu. Biraz önümde bir çift birbirine sarılmış yol ortasında duruyordu. Hemen ileride bir kestaneci boş bakışlarla bağırıyor, belki de elindeki kestaneleri tüketip soğuk kış günü evine daha erken gitmenin hayalini kuruyordu. İyi giyimli ve ona göre çok daha dertsiz, tasasız görünen insanları tiksintiyle süzüyordu. Mutlu insanlar, yürürken birbirine sarılan çiftler, telefonla konuşurken kahkahalar atan insanlar… Öyle ya, hepimiz kendimizden daha fazlasına sahip olan insanlara öykünmeyle karışık bir tiksintiyle bakarız. Her ne halta yarayacaksa, çoğunlukla o kişilerin sahip oldukları zenginlik ya da meziyetleri hak etmediklerini düşünerek kendimizi yüceltmeye çalışırız. “Ah ulan şu araba bende olacaktı, şu kadın benim olacaktı…” deriz hep. Bir başkası da bizim elimizdekilere bakarak bir “ah” çeker ve bu aptal döngü böyle sürüp gider. 
Moda’ya doğru ilerliyordum. Gri ve soğuk bir hava vardı. Kimilerine göre berbat olan bu hava bana huzur veriyordu. Nedenini tam olarak açıklayamam. Ama işin içine aydınlık girdiğinde durağanlık kayboluyor, nesnelerin gündüz görünüşleri ile gece görünüşleri arasında büyük farklılıklar oluyor, gündüz kaosu, karanlık ise dinginliği getiriyor; gündüz yıkım için gerekli enerjiyi verirken, karanlık yaratıcılığı getiriyor. Tüm nesneler ve insanlar gibi ben de farklılaşıyorum karanlıkta. Düşünemediklerim, düşünmek istemediklerim, yapamadıklarım açığa çıkıp benliğimi ele geçiriyor. 
Hemen ileriden, kalabalığın arasından 15-16 yaşlarında bir çocuk bana doğru yaklaştı. “Abi bir lira verebilir misin?” diye sordu. Ben de verdim. “Sağol abi…” gibilerinden birkaç iyi dilekte bulundu fakat ben bir el hareketiyle çocuğu geçiştirerek yoluma devam ettim. Geçen gece yağan yağmurla ıslanan taşlar iyice kayganlaşmıştı. Bez ayakkabılarımın tabanları yürümeyi daha da zorlaştırıyordu ve arada bir tökezliyordum. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de kalabalık adeta üzerime hücum ediyordu. Opera binasının yakınlarına geldiğime neredeyse düze çıkmıştım. Ben de, ciğerlerim de, ayaklarım da bu durumdan gayet mutluyduk. Opera binasının hemen yanında çalan sokak müzisyenleri bir an dikkatimi çekti ve biraz da soluklanmayı bahane ederek çocukları izlemeye koyuldum. Yaptıkları gypsy müziğini severim ama pek bir halt anladığımı söyleyemem. Bana nota kalabalığı gibi gelmesi anlamamamın en önemli sebebidir. Çalgıcıların hepsi iyi çocuklara benziyordu. En azından işlerini gayet iyi yapıyorlardı. Hepsinin yüzünde sahte mi, gerçek mi olduğunu pek ayırt edemediğim bir gülümseme vardı. Kalabalık ve karmaşık bu şehirde üç beş kuruşun derdine düşen binlerce insandan sadece birkaçıydı bu müzisyenler. Ben de bunları düşünerek hemen önümde duran keman kutusunun içine birkaç bozukluk atıp müzisyen gençlere selam verdim ve yoluma devam ettim. 
Yürümeye devam ederken biraz ileride sinemanın bulunduğu sokaktan koşan bir genç gördüm. Zayıf, üstü başı yırtık, gözleri kan çanağı bir genç… Muhtemelen tinerciydi. Bu civarlarda görmeye alıştığım bir manzaraydı bu. Genelde gece çöktüğünde Bahariye’den Rıhtım’a pek çok sokakta rastlanabilecek bir manzara. Bu karmaşık, anlamsız ve yorucu şehrin “öteki”leri onlar. Yalnız onlar da değil. Şanslı doğduysanız genelde nesnesi sizin olduğunuz bir hadise başınıza gelmeden onların farkına varmazsınız. En büyük derdi tatilde nereye gideceğine karar verememek olan binlerce insandan biriyseniz, sıcak yuvalarınızda yaşarken, arka sokaklarda rastlayınca ürktüğünüz tinerciyi, altına işemiş şarapçı teyzeleri, görünce korkuyla karışık dalga geçip güldüğünüz, hatta laf atıp kaçtığınız travestileri, hemen ileride şef garsondan fırça yiyen kominin korkusunu anlayamazsınız. Siz bu şehrin neyle ayakta durduğunu bilmezsiniz de, bu farklı, muhtaç ve belki de mecbur insanları gördüğünüzde bunu plastik entelliğinizle ve yapay bir sahiplenmeyle “Ah efenim ne kadar kozmopolit ne kadar elit ne kadar mozik bir şehir şu İstanbul yahu…” gibi boktan ifadelerle değerlendirir, burbon kadehinizi yuvarlar, röbdeşambırınızın iplerini sıkar ve Boğaz’a bakıp iç geçirirsiniz. Sonra biri bunları yüzünüze çarptığında da “Doğanın kanunu bu kuzum, güçlü zayıfı bastırır, n’aparsın…” diyerek sorumluluklarınızı boşaltarak, yaşadığınız vicdani orgazmla kendinizi insan zannedersiniz. 

****** 
Biraz ötede, bir banka oturup soluklanma ihtiyacı hissettim. Ciğerlerimin düzeldiğini düşünüp bir sigara yaktıktan sonra etrafı izlemeye başladım. Arada üşüme geliyordu ama dert etmiyordum. Bu soğuk günde sokakları dolduran kalabalığa hayret dolu bakışlarla bakarken yan bankta oturan iki amcanın sohbetine bir anda dikkatim toplandı. Biri: 
“Şu bulutlara bakın üstadım, haberlerde işitmiştim, deprem işareti bunlar deprem…” dedi. Diğer amca da karşı çıkar gibi yanıtladı: 
“Yahu efendi, bulutlarla deprem tahmini mi olurmuş, senin gibi gün görmüş okumuş adama böyle safsatalara inanmak yakışır mı…” 
Lafı ortaya atan amca bir baş hareketiyle “Sen ne anlarsın…” gibilerinden bir hareketle etrafına bakınmaya koyuldu. Şu bulutlar benim de ilgimi çekmişti. Akla mantığa sığan hiçbir yanı yoktu. Fakat bu sanal alemin boşluğunu doldurmak için uydurulan safsatalara hiç umulmadık insanlar bile inanabiliyordu. Sulu bir soytarı çok değerli bir eşyanızı almış da sizi oynatıyormuş gibi, bu sanallık her yerde insan düşüncesini oynatıyor ve oyalıyordu. 
Bunları düşünürken sigaram bitmişti. Kalkıp yoluma devam etmeye karar verdim. Bu sırada insanların yüzlerine bakıyordum. İstanbul’un kendisi gibi içinde yaşayan yüzler de “çok çeşitliydi”. Mutlu, bezgin, kaygılı, ağlamaklı, kızgın, umursamaz… Ama bu yüzlerin hepsinde ortak iki şeyi görmek çok da zor değildi: Korku ve telaş. 
Yaşamanın ve ondan da önemlisi insan olmanın değerini yitirdiği bir zamanda, insanların yüzünde korku ve telaşı görmek çok da şaşırtıcı bir şey değildi haliyle. Mutlu bir yüzde bile bu iki his, güzel ve pürüzsüz bir ciltteki iki koca irinli sivilce gibi göze batıyordu. Gelecek korkusu, dersten kalma korkusu, işten atılma korkusu, sevgiliyi kaybetme korkusu ve tüm bunları önleyebilmek adına insanı zorlayan bir telaş. Teknolojinin küçülttüğü ve yaşanılabilir kılacağına, sanal ve mahşeri bir yer hale getirdiği bir dünyada insanların yüzünde gördüğüm bu iki his boş yere o yüzlerde yer etmiyordu elbette. 

****** 
Kilisenin yanına gelmiştim. Sağda kalan sokaktan devam edip Barlar Sokağı’nda ya da Moda tarafında sakin bir yer bulup sıcak bir şeyler içmeyi kafama koymuştum. Moda’ya doğru bir kafeye girdim. İçeride birkaç masa doluydu. Girerken baş ucuyla bir selam verdim. Selamı alan biri olmadı. İçeri giren kişiyi fark etme suskunluğu yalnızca bir an sürdü. Köşede ufak bir masa seçip oturdum. Sonra garson kız geldi ve zoraki bir gülümsemeyle “Ne arzu ederdiniz?” diye sordu. Çay istediğimi söyledim. Zoraki gülümsemesini (İşi için kaygılandığından olsa gerek), başıyla siparişi onayladıktan sonra arkasını dönene kadar devam ettirdi. Sonra çayı getirmeye gitti. Birkaç dakika bekledikten sonra çay geldi. Teşekkür ettim ve çayımı yudumlarken etrafa bakınmaya başladım. 
Herkes gibi yalnızdım, kaygılıydım ve korkuyordum. Pek çok insan bunun farkında değildi belki. Ben de herkes gibi kaygılanarak, yalnızlığımı farklı uğraşlarla oyalamaya çalışarak, korkumu bastırmaya çalışarak insanlık oyunu oynuyordum. Geçmişim sabit, yaşadığım an dinamik, geleceğim belirsizdi. Canım sıkılıyordu. En son içim heyecan dolu bir şekilde dünyanın ne kadar mükemmel bir yer olduğunu düşündüğüm zamanı, ya da evvelinde böyle düşündüğüm bir zamanın olup olmadığını hatırlamakta güçlük çekiyordum.
Çayımı yudumlarken sessizliğin sinüs eğrisi gibi periyodik olarak artıp azaldığını fark ettim. Hemen çaprazımdaki masada iki kız, iki erkek oturup gürültülü bir şekilde konuşuyorlardı. Konuşmalar arada kesiliyor, bazen kısa bir süre sessizlik oluyor, bazen de kahkahalar etrafı kaplıyordu. Bu sohbete kulak misafiri olmamak elde değildi. Kafenin içinde ses, bir enerji olduğunu kanıtlarcasına ilgimi o yöne doğru çekiyordu. Kızlardan biri diğerine hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor, arada da çocuklara bakıyordu. Çocukların canı fazlasıyla sıkılmış gibiydi fakat kızların güzelliğinden olsa gerek, onların söylediği en aptalca şeyleri bile pür dikkat dinliyor, arada aptalca yorumlarla, yapma tebessümlerle ya da abartılı kahkahalarla bu saçmalıklara karşılık verme gereği duyuyorlardı. Derken kızlardan biri şöyle bir şey söyledi: 
“Üniversiteyi kazandığım için babamın hediye ettiği arabayı hiç beğenmedim. Ben cam tavanlı olsun istemiştim ama bunda küçücük bir sunroof var sadece. Satıp yenisini alacağım.” 
Erkeklerden bir cevapladı: 
“Aa İpekçiğim, istersen benim spor Bmw’yi sana vereyim ha ne dersin… Hahahaha…” 
Gülüşmeler devam etti. O anda garson kızla göz göze geldik. Sıkıntılı ve şaşkın halimden anlamış olacak ki “N’apalım bunlar da böyle…” der gibi bir hareket yaptı. Ben de tebessümle karşılık verdim. Her zaman sahip olduğundan daha fazlasını isteyen insan, homo cinsinin diğer türleriyle ortak olarak bu iştahı paylaşıyordu yine. 
Garson kız yanıma gelip herhangi bir isteğim olup olmadığını sordu. “Gazete ya da dergi varsa çok sevinirim.” dedim. Kız hemen gidip bir gazete bir de dergi getirdi. Önce dergiye göz atmaya başladım. Sıradan bir kültür-sanat dergisiydi. Boş gözlerle, alelade çevirdiğim sayfalara göz attım. Birkaç yazı ve haber okuduktan sonra sıkılıp dergiyi masaya bıraktım. Ardından günlük gazeteyi okumaya başladım. İkinci sayfadaki magazin haberlerine baktıktan sonra “üçüncü sayfa haberlerini” okumaya başladım. Şöyle bir başlık gözüme çarptı: “İki günde dört kişiyi öldüren seri katil yakalandı.”. İki günde dört kadına önce tecavüz edip sonra da öldüren adamı konu alan bir haberdi bu. Sorgusunda tüm bunları neden yaptığını bilmediğini, özel bir amacı olmadığını söylemiş. Ne gibi bir amacı olabilirdi ki zaten? Bir insanın hayatına son vermek için insanın nasıl bir geçerli sebebi olabilir? Bu haber 60’larda üniversite binalarından birinin çatısından on üç kişiyi öldüren, evinde de karısını ve annesini öldüren, onlarca kişiyi yaralayan Texas kasabı Charles Whitmann’ı aklıma getirdi. Günlüklerinde karısını ve annesini bu dünyadan kurtarmak için öldürdüğünü, ona ve ailesine kötü davranan babasının tüm bu olayların asıl sorumlusu olduğunu yazmıştı. Hep öyleydi zaten. Tüm suçlular talihin berbat bir oyunu sonucunda suç işlemiştir(!). Çoğu zaman suçlu yazgıdır, bazen de Whitmann vakasındaki gibi sorunlu bir ebeveyn… Fakat kişi, yaptığı olumsuz eylemlerin sorumlusu olduğunu kabul etme eğiliminde olmaz. Başarı hiçbir zaman öksüz kalmaz, hata ise buna mahkûmdur. 
Tüm bunlar aklımı kurcalarken bir anda dünyaya geri döndüm. Ben, oturduğum kafe, etrafımdaki üç beş zengin çocuğu… Gazeteyi katlayıp masayı bıraktım ve hesabı istedim. Hesabı ödedikten sonra dışarı çıkmaya ve bu sıkıcı minik kozmostan sıyrılmaya karar verdim. 

******* 
İçeride geçirdiğim kısa sürenin ardından sokağa çıktım. İstanbul sokaklarında ve dünyada değişen pek bir şey yoktu. Hava hala kapalıydı, sadece soğuk biraz daha sertleşmişti. Onun dışında, sokakta dalaşan birkaç köpek, kim olduklarını ve nereye gittiklerini bilmediğim birkaç insan geçmişten farklı görünen şeylerdi. 
Yürüyerek tekrar daha evvel defalarca geçtiğim sokakları geçtim. Yıllar içinde sokakların yapıları değişmiş, bazılarının adı değişmişti. Bazı binalar yenilenmiş, bazıları hiç değişmemişti. Yıllar içinde her şey eskiyordu, benim fark etmediğim başka milyonlarca şey değişiyordu. Günün modası değişiyordu en basitinden. Giysiler değişiyordu, ama insanlar aynıydı. Yüzler farklılaşıyordu ama benim için hepsi birdi. Her bir insanda bütün insanlık görülebilirdi. Bütün hisler bu yüzlerin her birinde belirgindi. En sofu yüzde alaycı ve ate bir sırıtış, en inançsız bakışta bile, kabulleniş ve yakarış seçilebiliyordu. Öyle ya, “Tanrı öldü” diyen filozof aslında kendi yarattığı tanrıyı “Yaşasın yeni tanrım!” diye selamlıyordu. 
Her şey insanın kendi zihnine anlamlandırdığı, anlamsız, lifleri dolaşmış yumak gibi bir kaosun parçasıydı: Kestaneci, müzisyen, tinerci, yaşlı amcalar, cam tavanı olmayan araba, seri katil ve tüm bunları düşünen kişinin kendisi… Birbirini tamamlayan, anlamlandıran ve anlamsız kılan. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Casus-Joseph Conrad (İnceleme)

Şato-Franz Kafka (İnceleme)

Dublinliler-James Joyce (İnceleme)

Tatar Çölü-Dino Buzzati (İnceleme)

Karamazov Kardeşler-F.M.Dostoyevski (İnceleme)

Ölü Canlar-Nikolay Gogol (İnceleme)

Özgürlük Yolları 2 Yaşanmayan Zaman-Jean Paul Sartre (İnceleme)

Beyaz Gemi-Cengiz Aytmatov (İnceleme)

Kumarbaz-F.M.Dostoyevski (İnceleme)

Taras Bulba-Nikolay Gogol (İnceleme)