Düşüş-Albert Camus (İnceleme)
Düşüş ya da orijinal adıyla La Chute, Albert Camus’nün 1956
yılında yayımlanan romanıdır. Aslında kitap için roman demek pek doğru değil
daha çok Camus’nün insan varlığının absürtlüğünü anlattığı 99 sayfalık bir
monologdur. Düşüş’ü incelemek, Albert Camus’nün bu kitabı neden yazdığını
anlamak için Albert Camus’nün ortaya koyduğu “absürtlük” konusunda bilgi sahibi
olmak, Camus’nün temsil ettiği felsefi akımı iyi sindirmiş olmak gerek ki bu da
epey zor bir iş. O yüzden bu yazının aslında bir inceleme mahiyeti taşıyacak
kadar iddialı olmadığını söyleyerek söze başlamak gerek.
Kitapta bir olay örgüsünden söz etmek pek mümkün değil.
Kısaca Jean Baptiste Clemence isimli karakterin Amsterdam’da bir barda
geçmişiyle hesaplaşması, yaşadıklarını ve düşüncelerini karşısına çıkan bir (ya
da birkaç) kişiye aktarması şeklindeki monologlar üzerine dönen bir eser Düşüş.
Clemence karakterinin temsil ettiği “modern insan” ve Clemence’in kendiyle ve
modern insanla hesaplaşması kitabın ana eksenini oluşturuyor ve Camus Clemence’in
ağzından sıkça Avrupa’nın modern insanını “Onlar gazete okurlar ve zina
yaparlar.” gibi cümlelerle eleştiriyor.
Clemence, kendini
başlarda iyi niyetli, yardımsever ve dost canlısı olarak tanımlarken, kitabın
sonlarına doğru kendine ve etrafına ne kadar yabancılaşmış olduğunu görüyoruz.
Clemence’in iyi bir insan olup olmadığı hakkında net bir yargıya varmak zor
zira hepimizin zaman zaman yaşadığı, olaylar karşısında aldığı duruş,
Clemence’in karakteri konusunda bu yargıya varmamızı engelliyor, doğru ve
yanlış arasındaki sınırı okuyucu kendi belirliyor.
Albert Camus’nün bu noktada Clemence’in mesleğini avukatlık
olarak seçmesi elbette tesadüfi bir şey değil. Clemence’in başlarda geçmişini
anımsarken yaptığı savunmalar, doğru ile yanlış arasındaki keskin fikirleri ve
yargı meselesi kitapta önemli bir yere sahip. Savunduğu iyi ve kötü insanları
hatırlarken Clemence, zaman geçtikçe kendi başarılarının ve iyiliklerinin,
başarısızlığa ve kötülüğe dönüştüğünü görür fakat doğru-yanlış ayrımında etrafındaki
bütün insanlar hakkında yargıda bulunmaktan geri durmaz. Kendi üzerinde yapılan
yargılamalar konusunda ise başlarda umursamaz gibidir fakat sonlara doğru bu
yargılardan kaçmanın yollarını arar.
Yargılama meselesi Düşüş’ün temel meselelerinden biri. Daha
evvel de belirttiğim üzere, Clemence’in bir avukat oluşu, yargılamanın kitapta
ne kadar önemli bir yerde olduğunu kanıtlar nitelikte. Clemence karakteri, insanın
amacının yargılamak olduğunu ve yargılamadan kaçmanın yalnızca başkasını
yargılamaktan ya da ölümden geçtiğini bize açıkça gösteriyor. Clemence yargılamayı
seçmiştir fakat yargılama ile ölüm arasında bocalamaktadır. Paris’te bir köprü
üzerinde şahit olduğu bir intihar eylemi, “Düşüş” kavramının kitaptaki önemli
tezahürlerinden biri olduğu gibi Clemence’in de bocalayışını ve varoluşun
anlamsızlığını göstermektedir.
Öte yandan “Düşüş”, Clemence’in de belirttiği üzere
Ortaçağ’daki boğuntu hücrelerinde insanın yaşadığı bir deneyime benzer.
Uyanıklık bir çömelme ise uyku bir düşüştür. İnsan, varoluşu karşısında hiçbir
zaman rahat değildir. Sartre’ın da belirttiği gibi arkada sırıtan bir
palyaçodur, hayatın bütünü anlamsızdır. Burada şunu soran sesleri duyar
gibiyim: “Madem hayat bir kaos ve yaşam anlamsız, o zaman neden ölmüyoruz?”.
Camus bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Ölüm de yaşamın kendisi kadar anlamsız
olduğu için insanın kendi eliyle hayatına son vermesi de anlamsızdır.”. Yani Camus’nün
felsefenin en temel problemi olarak tanımladığı
“intihar” kavramı da hayatın kendisi kadar anlamsızdır ve bu sebeple
insan yaşamı seçmeye zorunludur.
Clemence’in, insanlara karşı takındığı tavır riyakâr bir
tavırdır. İnsanın hayatta dostları olması gerektiğini söylerken, sonunda
“Dostlarım yoktur benim yalnızca yardakçılarım vardır.” der ve öldükten sonra
onu kimin hatırlayacağı konusunda düşünür ve bir süre sonra varoluşunun unutulacak
olduğu sonucuna vararak şunu ekler : “Ölülere karşı neden daha dürüst ve
cömertizdir? Nedeni basit, çünkü onlara karşı yükümlülüğümüz yoktur.”.
Camus’nün bu eserinde şu yargıya vardığını söylemek gerek:
“Ölüm yalnız başına olur. Kölelik ise ortaklaşadır.”. Modern insan ölüme kadar
topluma bağlıdır, toplumun değer yargıları karşısında çıplaktır ve
köleleştirilmiştir. Kitap yalnızca bir modern insan ve modern hayat eleştirisidir:
“Evet, cehennem böyle olmalı: Tabelalı caddeler ve düşüncesini anlatma
olanaksızlığı. İnsan kesin olarak sınıflandırılmıştır.”. İnsan, çözülmeyen ve
çözülmesi de mümkün görünmeyen bir davanın peşinde Joseph K. gibi koşturup
durur. K, gibi Şato’ya ulaşmaya çabalar ve Gregor Samsa gibi her sabah başka
bir kimlikle uyanır. İşte Camus ile Kafka arasındaki ortak nokta, modern
insanın yaşadığı bu “Korku Çağı”nı tüm gerçekliğiyle insanın yüzüne vurmaları
olarak tanımlanabilir. Bu açıdan bakıldığında Camus de Kafka gibi önümüze
cevaptan çok soru koymaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder