İnancın Kökenleri Üzerine (Deneme)


Yeryüzünde en güçlü olgulardan biri olan inanç, dünyada yaşayan insanların çok büyük bir bölümünün gündelik hayatını meşgul ediyor. Öte yandan inanç, ontolojik olarak pek çok sorunu da temelden çözüyor: “Ben varım ve varlığımın sebebi yüce bir yaratıcı.” argümanı, bireyin daha en başından kendi varlığını kabulleniş ve sorgulama sürecinin önüne geçmiş oluyor. İnanç kavramını TDK teolojik bağlamda şöyle tanımlıyor: “Bir dine inanma, iman.”.

Buraya kadar her şey güzel. İnanç, insan benliğinin ve kişinin etrafındaki nesnelerin varoluş sürecini, doğa kanunlarının işleyişini ve günlük hayatta karşılaşılan durumları bir nedene dayandırabiliyor bunu kabul edebiliriz fakat bu inancın kökeni nereden geliyor?

David Hume’a göre insanların iman etmesindeki temel nedenler korku, umut, bilinmeyen nedenler ve imgelemdir. Bu yazıda, David Hume’un ortaya koyduğu bu nedenleri biraz daha genişleterek, inancın bireyin varoluş sürecindeki yerini, gerekliliğini ve rasyonel tutarlılığını (ya da tutarsızlığını) ortaya koymaya çalışacağım. İnancı doğuran faktörleri aşağıda başlıklar altında inceleyeceğim.  

1)      Korku

Korku kavramı, günlük hayatımızda hepimizin sahip olduğu temel bir hissiyattır. Çocuklukta çok daha fazla olan bu hissiyat, bireyin kendini ve çevreyi anlamlandırması ile bir nebze de olsa azalmakta fakat hayatın tamamını etkilemektedir. Korku kavramı, gücünü bilinmezlikten alır. Söz gelimi her insan karanlıktan korkar. Karanlık, insanın görsel algısını yok ettiğinden, kişi karşılaşacağı tehlikeler karşısında korunmasızdır. Bu korunmasızlık ve bilinmezlik, beraberinde korkuyu getirmektedir. Karanlığın ardında saklanan bilinmezlik, görsel algıyı geçici olarak ortadan kaldırması hasebiyle karanlığı insan için geçici bir metafizik öge konumuna sokmaktadır. Korku kavramının en basit karşılığı bilinmezlikle beslenir ve gündelik hayatımızda bizleri anlamsız da olsa esir almaya yeterlidir.


Bununla beraber, çağlar boyunca insanlar çeşitli doğa olaylarından, felaketlerden korkmuş, bu olayları ve felaketleri, yapılan kötü bir davranışın sonucu olarak gelen cezalar olarak görmeyi seçmiştir. Bu sebeple günümüzün yaygın inanç sistemleri olan semavi dinleri de içine alan, tüm dinlerde ve inanç sistemlerinde ortak bir “kurban”  ya da “adak” anlayışı söz konusudur. İskandinavlar, Keltler, Mayalar, Aztekler gibi uygarlıklarda yüce bir yaratıcıya adanan kurban insanken, antik inanç sistemlerine göre daha yenilikçi sayılabilecek semavi dinlerde seçilen kurban hayvandır fakat tüm inanç sistemlerindeki kurban etme eyleminin ortak amacı bellidir: Başa gelmesi muhtemel bir felakete karşı duyulan korku ve bu felaketi önleme isteği. Kişilerin doğal veya insan kaynaklı kötülüklerden (Doğal: Sel, deprem vs. Yapay: Sözde büyü, nazar, hırsızlık, cinayet vb.) korunmak ve başlarına gelen kötülüğün sonucunda sorumlunun cezalandırmasını öngören bir adalet beklentisi de bu noktada oldukça dikkat çekicidir.


Öte yandan korku kavramının varoluşsal bir temeli de mevcuttur. Bireyin kendini ve yaşam döngüsünü anlamlandırma sürecinde, antik inançlar da dâhil olmak üzere ölüm sonrası yaşam fikrinin ortaya çıkışı, kişinin ölümden sonra başka bir formda benliğini korumaya devam etme kaygısı ile ilişkilendirilebilir. (Ölümden sonra yaşam beklentisine “umut” başlığında da değinilecektir.).


Psikolojide ölüm korkusunun yeri oldukça önemlidir. Kişinin yok olma düşüncesi ve benliğinin yok olmasına anlam verememesi, bazı durumlarda kişiyi içinden çıkılmaz bir buhrana itebilir. Bu durumda kişi kendi benliğinin devam etmek zorunda olduğu sonucuna varabilir ve nihayetinde “spiritüel” bir bakışa yönelebilir. Ölüm korkusu, bireyler için anksiyetenin bir numaralı tetikleyicisidir. Bu anksiyeteyi ortadan kaldıran ölümsüz bir yaşam vaadi de inanç sistemlerinin insanlığın büyük bir bölümü üzerinde etkili olmasındaki en önemli etmenlerden biridir.


2)      Umut


Umut, insanı hayatta tutan en önemli itici güçlerden biridir. Albert Camus, “Mutlu Ölüm” isimli eserinde şöyle der: “Özgürlük ve bağımsızlık kaygısı ancak hala umutla yaşayan bir varlıkta duyulur.”. Albert Camus’un eserinde, iki bacağını kaybetmiş Zagreus’un ağzından söylediği bu cümle, fiziksel ve ruhsal sağlığı yerinde olan ve içinde gelecek güzel günler için umut taşıyan bir insanın özgür ve mutlu olabileceğini anlatarak umudun insan için önemini vurgulamaktadır.


Umut, insanı hayatta tutan en önemli olgu, bu konu üzerinde hepimiz hemfikiriz. İşte tam da burada, umut kavramı inanç sistemlerinin iki numaralı itici gücü haline geliyor. Yukarıda korku kavramını açıklarken insan egosunun yok olmayı kabullenemeyişinden bahsetmiştim. İnsanın egosu, yok olmayı sindiremediği gibi, kişinin hayatta karşılaştığı haksızlıklar karşısında da bir adalet beklentisi içine girdiğinden de söz etmiştim. İnsan , bu beklenti ile “öbür taraf” ya da  “ahiret” denilen ikinci bir hayata inanma eğilimi göstermektedir. Tam da burada Antik Mısır’daki politeist inanç sisteminden, Hinduizm’deki kast sistemine, semavi dinlerdeki cennet inancına kadar, ölüm sonrası bir ikinci şans düşüncesinin insanlara, çağlar boyu gündelik hayatlarında yaptıkları işleri, sonraki hayatlarında daha iyi standartlara sahip olmak için yapmaları doğrultusunda bir telkinde bulunduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.


Ölümden sonra ikinci bir yaşam düşüncesi kişiye, hayattayken yanında olan sevdiklerini orada görme şansına erişeceği umudunu da beraberinde getirmektedir. İnsanın sevdiklerini tekrar görebilme umudu, sevdiklerinin göğün bilmem kaçıncı katında baldan ırmaklar akan bir yerden ya da bulutların üzerinden onu izlediği düşüncesi insanları rahatlatmış, bu düşünce insanın doğumu kabullendiği gibi ölümü kabullenmesine de yardımcı olmuştur. İnanç sistemleri bu kapsamda ele alındığında rahatlatıcı bir yana sahip oldukları da söylenebilir.


Diğer taraftan umudun adalet ayağı, toplumdaki anarşinin önlenmesinde ve kitlelerin kullanılmasında önemli bir yere sahiptir. İnanç sistemlerinin umut kapsamında insanlara telkin ettiği hem iyi hem de kötü düşünceler olmuştur. Din adına yapılan savaşlar, insanların inançlarının kötüye kullanımına oldukça yerinde bir örnektir. İnsanların saf inançlarını suiistimal eden kötü niyetli yöneticilerden tutun da (Kılıçla yayılan İslam, Haçlı Seferleri, Engizisyon), sokakta para verene iyi dilekte bulunup, vermeyene bela okuyan ve insanların inançlarını kendi çıkarları için sömüren dilencilere, hasta insanlara şifa verdiğini iddia eden sahte şifacılara kadar inancın toplumu olumsuz etkilemesi konusunda örnekler çoğaltılabilir. Söz konusu umut olduğunda inanç, kapsamı genişletilerek güç odaklarının çıkarları yönüne çekilebilecek oldukça fazla metafizik öge içerdiğinden mesele tartışmaya ziyadesiyle açıktır.


3)      Bilinmeyen Nedenler-Varlığı ve Varoluşu Anlamlandırma


Felsefenin en temel problemlerinden biri ontoloji, yani varlıkbilimdir. Paramenides varlığın değişmeyeceğini, onun yok edilemez bir bütün olduğunu söyler. Aristo varlık için bir töz tanımlar ve varlığı fizik ile metafizik olarak böler. Descartes, kendinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan şey olarak tözü tanımlar. Gorgias ise “Hiçbir şey yoktur, olsa da bilinemez, bilinse de başkasına aktarılamaz.” diyerek varlığı kökünden reddeder.


Yukarıda da görülebileceği üzere, elimizde varlık ile ilgili tek bir soru ve onlarca cevap var. Felsefe varlığın özüne ulaşma, varlığı anlamlandırma dışında doğruluk, gerçeklik ve bilgiye ulaşma konusunda yol gösterirken, felsefeden bağımsız bir şekilde ilerleyen inanç sistemleri varlığı temellendirme konusunda kesin ifadeler kullanır. İslam için Allah birdir ve tek yaratıcıdır. Bunun aksi, imanlı bir kimse için akla bile getirilmemelidir. İncil ve Tevrat’ta ise Tanrı, dünyayı altı günde yaratır (Bu altı günde yaratılma hikâyesinin Sümer kökenli bir efsaneye dayanması da manidardır.). Hristiyanlar “teslis”e inanır. İnanç, felsefenin aksine sorgulamayı ortadan kaldırır. Yani inançlı bir Yahudi için dünya altı günde yaratılmıştır. Bunun sorgulanması söz konusu değildir.


Richard Dawkins, Enemy Of Reason isimli belgeselinde İngiltere’deki Yahudi okullarından birine gider ve oradaki öğretmene şunu sorar: “Çocuklarınıza dünyanın on bin yaşında olduğunu öğretiyorsunuz. Bilim insanlarının dünyanın yaşının 4,5 milyar yıl hatta daha fazla olduğunu kanıtlamasına rağmen buna gerçekten inanıyor musunuz?”. Dawkins’in soruyu yönelttiği öğretmen bu konuda kesinlikle bir şüphesi olmadığını, bunu sorgulamanın dahi anlamsız olduğunu söyler.


Bireyin ve benliğin varoluşunu anlamlandırma çabası felsefe ve bilim için bir yerde tıkanır. Yukarıda verdiğim örnekte de görülebileceği gibi bilimsel gerçekler ne kadar kesin olursa olsun, varlığı temellendiren bir inanç sisteminin içindeki saçmalıklar göz önüne alınmaz ve insanlar saçma olduğunu bilse de o dine bütünüyle iman etmeye devam ederler. Bilimin ve felsefenin dolduramadığı boşluğu, metafizik ve batıl inançlar doldurur.


Sonuç olarak insanın inanç serüveni, insanlık tarihi kadar eski. Hala Thor’un çekici sebebiyle değil de eksen eğikliği sebebiyle mevsimlerin oluştuğunu biliyor olmak tüm arayışlara rağmen benliğini anlamlandıramayan insanın, varoluşunu egoistçe bir temele dayandırma isteğini köreltmiyor, aksine kamçılıyor. Sartre’ın da belirttiği gibi, tüm bireyler için ayrı ayrı düğümü çözecek tek bir şey kalıyor geriye -ki o, doğum ve yaşam kadar doğal ve gerçektir- o da ölümün ta kendisi. Cevaplara belki o zaman ulaşacağız belki de evrenin sonsuz enerji döngüsünde dağılıp gideceğiz, kim bilir…


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Casus-Joseph Conrad (İnceleme)

Şato-Franz Kafka (İnceleme)

Dublinliler-James Joyce (İnceleme)

Tatar Çölü-Dino Buzzati (İnceleme)

Karamazov Kardeşler-F.M.Dostoyevski (İnceleme)

Ölü Canlar-Nikolay Gogol (İnceleme)

Özgürlük Yolları 2 Yaşanmayan Zaman-Jean Paul Sartre (İnceleme)

Beyaz Gemi-Cengiz Aytmatov (İnceleme)

Kumarbaz-F.M.Dostoyevski (İnceleme)

Taras Bulba-Nikolay Gogol (İnceleme)