Absürt Seçim (Öykü)


Aydınlık ve güzel bir gündü. Odamın içine güneş cömertçe ışıklarını gönderiyordu. Öylesine bir bahar sabahıydı fakat bana farklı ve anlamlı gelmesi ilginçti. Aslında alışılmışın dışında bir şey değildi bu. Ama yıllardan beri sürgelmiş ve her sabah ortalama bir insanın anlamsız gözlerle bakmış olduğu bir olayın sorgulayan bakışlarla incelenmesiydi belki, kim bilir. 

Gece yatarken aklıma saçma sapan şeyler düştü yine. Rüyamda ateş gövdeli canavarlar üzerime geliyordu. “Seni ele geçireceğiz, bedenini küle çevireceğiz, benliğini esir alacağız, zavallı...” diyorlardı bana. Ateş gövdeli canavar mı olurmuş? Şu mollaların isimlerini zikretmeye bile korktukları, üç harfli diye çağırdıkları hayali şeylerdi bunlar. Benim bile kafamı doldurmayı başarmışlardı bu saçma hikayelerle. Yıllardır insanları bu tip saçmalıklarla korkutup, baldan ırmaklarla umutlandırıp ölüme göndermişlerdi. Bir ortaçağ insanı olduğumu düşündüm; sınırlı bilimsel bilgi, gelişmemiş bir toplum yapısı, efsaneler, masallar ve korkutucu hikayelerle ayakta duran teokratik bir düzen... Kanıtı olmayan bir umutla sanırım ben de ölüme giderdim, bilmiyorum. Bu saçma rüya bir modern çağ insanı olan beni bile korkutmaya yetmişti. Kalp atışlarım hızlanmış, göğsüm sıkışmıştı. Ter içinde uyanıp bir şey olmadığını anlayınca tekrar uyudum. Sanırım insani bir durumdu bu. Yani, düşle gerçeğin ayırt edilemediği zaman, insan korkardı. 
Böyle düşüncelerle yatakta bir sağa bir sola dönerek, yarı uyur yarı uyanık bir halde sabahı ettim işte. Uyandığımda her tarafım ağrıyordu. Yataktan kalkıp rutin şeyleri yapmak ölüm gibi geliyordu. Tüm gücümle doğrulup, pelte gibi olan vücudumu mutfağa doğru taşıdım ağır ağır. Bir robot gibi, çaydanlığı ocağın üzerine koyup suyun ısınmasını bekledim. Küçük kabarcıkların belirmesiyle ocağı kapattım ve bardağın içinde belli belirsiz duran siyahlıkların üzerine boşalttım. Bahar aylarında güzel bir gün gibi, yine rutin bir şey bu: Kahve, sıcak su içinde çözünür ve yine insanlar buna aldırmaz. Çünkü çözünmek zorundadır, öyle olmak için yaratılmıştır ya da kendiliğinden zaten öyledir. 
Kahve bardağını aldım, içine biraz şeker attım ve kaşıkla karıştıra karıştıra içeri gittim. Bir sigara yaktım ve kahveyle birlikte içmeye başladım. “Bu mereti de bir türlü bırakamadım ha...” diye düşündüm. Evet, çok klişe bir şeydi belki. Bir arkadaşım her dalın hayatımızdan bir günü çaldığını söylemişti. Ben de basit bir hesapla 15 yıl önce ölmüş olmam gerektiğini söyledim ona. Ama bu sığınma aracına, sığınmaktan da öte tam olarak neden ihtiyaç duyduğumu kavrayamıyordum. Ona ihtiyaç duymamı sağlayan şey neydi aslında? Fiziksel gereklilikten öte bir şey mi? Sanmıyorum. Belki de dumanın havada hafifçe süzülüşünü izlemek benim için garip ve hoş bir şeydi. Duman, sigara yandıkça havada süzülüyordu. Sigara, geri döndürülemez bir şekilde yanıyor, kül ve dumana dönüşüyordu. Peki tüm bunları geri çevirmenin bir yolu var mıydı? Eğer bana tek bir şans verselerdi o sigaranın kül ve dumandan tekrar yanmamış bir sigaraya dönmesini ve kahvenin tekrar katılaşıp, suyun yerçekimine meydan okurcasına çaydanlığa geri dönüşünü izlemek isterdim. Tabi tüm bunlar olurken o anda oluşan düşüncelerimin de geri sarmasını ve tüm bu geri sarışın farkında olabilmeyi ve bunu kontrol edebilmeyi isterdim. 
Sonrası mı? Sonra da belki ölebilirdim. Çoğu insana saçma gelebilecek bir şey bu. Hayatın değeri ve ölçüsü konusunda pek çok farklı düşünce var elbette. Sanırım benim için değeri bu kadar. Ne olursa olsun yine de ölüme baskın bir yaşam var. Baskın ama mani olamayan... Sonuçlar aynı olduğunda sebeplerin bir önemi kalmıyor. Bir trafik kazasına, ya da bir bombalı saldırıya kurban gitseniz de, bileklerinizi kesip intihar etseniz de, yahut zaman makinası düşünüz uğruna canınızı verseniz de değişen bir şey yok. 
Şu meşhur İngiliz şair Shakespeare’in kendinden de meşhur sözü “Olmak ya da olmamak...”* aslında haklı görünüyor. Adam haklı, mesele bu kadar. Bir kuş ya da bir musluk contası olmak değil; düşünen ve sorgulayan bir “beyin” olmaktaydı mesele. Ya da ben öyle anlıyordum. Üzerinde yaşadığı dünyayı ve asıl sınırı olan kendisini sorgulamadan yaşayan bir insan formundaki organizmanın, bir kuştan yahut bi musluk contasından farkı tam olarak nedir? Farklı maddelerden oluşması ve farklı bir hayat döngüsüne sahip olması mı sadece? Yoksa daha farklı bir şey mi tüm bunları farklı kılan? Öbür taraftan, bir ahmağın hayatı onun için eğlenceli ve yaşamaya değer ise buna söyleyecek ne bulabiliriz ki? Peki, sorgulayan insan, aslında kendinin ne olduğunu bilebiliyor mu? Cevap net: Hayır. O zaman bir musluk contasından, bir kuştan ya da bir ahmaktan daha az ya da daha fazla absürd ve komik değil. Bazen her şey göründüğü gibi olmuyor. 
Zaman zaman şunu düşünürüm: “Belki her şey benim düşündüğümden çok daha farklı.”. Bu, çok aptalca geliyor kimi zaman. Neyle ilgili bir sorun bu? Sanırım geçen akşam yaşadığım bir olay buna sebep oldu. Balkona çıkmış, öylesine etrafıma bakınıp duruyordum. Karanlığın içinden ufukta bir ışık, gittikçe parlamaya başladı. Donup kaldım. Yakınlarda bir hava alanı yoktu. Oradan, o yükseklikten geçen herhangi bir hava taşıtı görmemiştim. Ama işte oradaydı. Donup kalmıştım bir anda. Sanki git gide beni kendine çekiyor, bana daha da yaklaşıyordu. O ışığın bir ufo olduğu düşüncesi benliğimi öylesine sarmıştı ki, korkudan olduğum yerde ışık gören bir tavşan gibi kaskatı kaldım. Işık bir yaklaşıp bir uzaklaşırken küçük yeşil adamların beni kocaman gemilerine bindirdiklerini ve bilinmeyen bir gezegende üzerimde deneyler yaptıklarını hayal ettim. Ailemi, sevdiklerimi, arkadaşlarımı belki bir daha göremeyecektim. Laboratuvarda sıkışan bir deney faresi gibi kullanılma düşüncesi beni çılgına çeviriyordu. Sonra bir an kendime geldim ve içeri girip perdeyi çektim. Ara sıra perdeyi aralayıp ışığa bakıyordum gizlice. Sonra içeri gidip babama: “Orada bir ışık var, ufo sanırım, çok garip bir şey...” diyebildim. Babamdan gelen yanıt son derece rahatlatıcıydı, ama kendimi aptal gibi hissetmeme sebep oldu: 
“O ışık karşıdaki tepenin üstündeki bir vericiye ait. Her akşam hava karardığında yanar o.” 
Algılarım ve düşüncelerim, beni bu kadar yanıltmış olamazdı. Biraz çabanın ardından o ışığın vericiye ait olduğuna tamamen ikna oldum. Balkona çıkıp tekrar baktığımda sıradan bir ışıktı o... Her şey bu kadar izafi olmamalıydı sanki. Ama her şeyi bu kadar garip kılan şey de bu izafiyet sanırım. İşin içine insan zihni girdiği zaman en basit şey, en karmaşık şeye dönüşebiliyordu. Mantıksal veriler babamı haklı çıkaracak nitelikteydi. Peki ya beni haklı çıkaracak, ya da ikimizi de haklı çıkaracak farklı bir paralel kozmos olamaz mıydı? 
Hani şu meşhur Rorschach’ın mürekkep testi gibi. İnsanların hastalıklı bir ruha sahip olup olmadıkları yahut psikolojik yatkınlıkları hususlarında ipuçları veren şu test... Normal bir bakışla o kağıtların üzerindeki figürler, kağıdın bir tarafına yapılan figürlerin diğer tarafına simetriğinin alınmasıyla oluşan şekiller. Hastalıklı bir zihnin ise o şekillerden her şeyi çıkarması beklenebilir. Elinde kocaman bir testereyle ceset parçalayan bir yamyam, kendi kafasını kesmeye çalışan bir kız... Peki bu yorumların sonucunda elde edilen sonuçlar? Onların da her zihin yapısındaki insana göre değişmesi beklenmez mi? Akıl hastası olarak nitelediğimiz insanların, kendilerine kurduğu dünyaların saçma ve hasta dünyalar olduğunu hangimiz tam olarak kanıtlayabiliriz? Kendi algıladığımız dünyanın somutluğundan ne kadar bahsedebiliriz? “Belki normal olanlar delilerdir.” diye insanlar şaka ederler bazen. Evet kim bilir, belki de bizim algıladığımız dünya gerçek değildir. Her şeyin bir bilgisayar tasarımından ibaret olduğunu işleyen bir film vardı. “Belki hepsi benim hayalimin ürünüdür...” diye düşünmeden edemiyor insan. 

***** 
Saat, geç kaldığımı işaret ediyordu. Metroya binip işe gitmeliydim. 
Dışarı çıktığımda, bugünün ne kadar güzel bir gün olduğunu farkettim. Güneş altın gibi parlıyor, yine ve yine... Ne kadar da sıradan, basit ve güzel. Metro istasyonunda gitar çalan adam. Her geçişimde aynı ton, aynı melodi. Yürüyen merdiven, insanların gürültüsü, trenin raylarda giderken çıkardığı ses... 
Şimdi bir banka oturdum ve duraktaki insanları izliyorum. Şu İngilizler yine haklı çıktılar: “There is no dark side of the moon really. Matter of fact, it’s all dark.”* Bunların hepsi, paraya tapan zavallılar. Acınası gözlerle bana bakıyorlar ama sonuçta hepimizi bekleyen son öyle ya da böyle aynı. Sahip olduğunuz güzel kıyafetler, pahalı takılar, son model arabalar, bunların hepsi bir gün başkalarının eline geçecek, ya da bir çöplükte, bir hurdalıkta sonsuz hayat döngüsüne devam edecek. Ama siz, bugün sürdüğünüz saltanatı, dünya için bir milisaniye kadar küçük bir zamanda, yıllar içinde kaybedeceksiniz. 
Nasıl, niçin ve neden olduğunun bir önemi yok. O an, bir gün gelip çatacak ve yapacak hiçbir şey kalmayacak... 

02-04-2008 14:36 

***** 
“Bir son dakika gelişmesiyle yayınımıza ara veriyoruz. Bugün, saat 14:40’ta Taksim metro istasyonunda büyük bir patlama yaşandı. Ölü ve yaralı sayısı hakkında kesin bir bilgi yok. Gelişmeleri an be an bildireceğiz. Bizden ayrılmayın.” 

***** 
NOTLAR 

*(William Shakespeare’in Hamlet isimli eserinde yer alan ünlü replik. Orijinali “To be, or not to be, that is the question...”dır. “Whether 'tis nobler in the mind, to suffer...” şeklinde devam eder. Dilimize pek çok farklı çevirisi vardır, bu yazıda en genel haliyle kullanılmıştır.) 

*(Pink Floyd’un 1973 çıkışlı Dark Side of The Moon’un kapanış parçası Eclipse’te geçen son sözdür. Bu cümlenin anlamı: “Ayın karanlık tarafı diye bir şey yok. Aslında o tamamen karanlık.” )

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Casus-Joseph Conrad (İnceleme)

Şato-Franz Kafka (İnceleme)

Dublinliler-James Joyce (İnceleme)

Tatar Çölü-Dino Buzzati (İnceleme)

Karamazov Kardeşler-F.M.Dostoyevski (İnceleme)

Ölü Canlar-Nikolay Gogol (İnceleme)

Özgürlük Yolları 2 Yaşanmayan Zaman-Jean Paul Sartre (İnceleme)

Beyaz Gemi-Cengiz Aytmatov (İnceleme)

Kumarbaz-F.M.Dostoyevski (İnceleme)

Taras Bulba-Nikolay Gogol (İnceleme)